Uzun bir aradan sonra Macaristan’ın Holloko Köyü ile karşısnızdayım. Değerli konuk yazarlarımdan olan gazeteci dostum Nazan Mengü de benim gibi yazılarına ara vermişti. Kendisi geçtiğimiz günlerde bana farklı bir destinasyonla geldi. Budapeşte yakınlarındaki Holloko’yu gezen Nazan burayı da bloğuna yazmak istiyorum dedi. Ben de doğal olarak hemen kabul ettim. Macaristan‘ın başkenti Budapeşte çevresinde gezilecek yerler arayanlar için zamanın durduğu 67 haneli Holloko Köyü listeye eklenmeli. UNESCO Dünya Mirası Listesi‘nde de yer alan bu köy Budapeşte’nin kuzeyinde yer alıyor. Özellikle Paskalya zamanında turistlerin ilgi odağı oluyor. Budapeşte’de yapılması gerekenler listesi için notlarınıza burayı da ekleyebilirsiniz.

Budapeşte planları yapanları Nazan’ın Holloko yazısını okumaya davet ediyorum. Kendisi yine kendi üslübu ile bizi de oraya götürüyor. Nazan’ın daha önceki St Petersburg, Berlin ve Krakow yazılarını okuyanlar bilir. Nazan’dan Holloko’da görülmesi gereken yerler, Holloko’da nerede ne yenir gibi bir Hollko gezi rehberi beklenmez. Nazan farklı bir Holloko gezi deneyimini bizimle paylaşıyor. Bu kısa girişten sonra sizi Nazan’ın güzel yazısı ile baş başa bırakayım.

Bu köyde hiçbir evin kapısı kilitli değil! Budapeşte yakınlarında bir masal diyarı: Holloko!

Nazan MENGÜ (mengunaz@yahoo.com.tr)

Belki size de olmuştur… Aslında bir noktaya seyahat etmek istersiniz… ‘Şöyle bir bakayım görmem gereken yerlere’ diye araştırma yaparken bir anda karşınıza bir fotoğraf çıkar ve öylece durup dakikalarca bakarsınız. Aklınızdan tek bir düşünce geçer: ‘Evet, buraya kesinlikle gitmeliyim!’ Doğrusu Macaristan’ın en çok turist çeken noktası olan güzeller güzeli başkenti Budapeşte’ye yolculuk planı yapmaya başladığımda bana olan tam da buydu.

Yeri geldi itiraf edeyim… Nedendir bilinmez Budapeşte aklımda hep “Nasıl olsa sonra giderim” dediğim bir yer olarak bir kenarda duruyordu. Görülesi bir yer olduğunun farkındaydım elbette ama görmek istediğim yerler listesinde ilk beşe girememişti. Tabii ki yıllarca çok büyük bir yanılgı içinde olduğumu daha bizi havalimanından şehre götüren ünlü 100 E otobüsüyle yolculuk ederken anladım. Bu bir yana…

Önceden hemen söyleyeyim, Budapeşte’nin güzelliği gerçekten aklımı başımdan aldı. Dünya üzerinde şu ana kadar görüp de en çok “içime işleyen” şehirler listesinde Saint Petersburg‘dan sonra hemen ikinci sıraya yerleşti. Üzgünüm Krakow! Ama üçüncülük de iyi bir derece sonuç olarak..

Budapeşte’yi bilenler zaten biliyor. Amacım Budapeşte’ye nasıl gidilir? Budapeşte’de nerede kalınır? Budapeşte’de ne yenir, içilir? sorularının yanıtlarını vermek değil. Çünkü sağ olsun, beni her zaman heyecanla takip ettiğim bloğuna konuk eden Osman Kurt, bu konuda iki tane dolu dolu yazı kaleme almış. Bence meraklıları onun yazdığı yazıları dikkatle okuyup kendilerine güzel bir gezi programı yapabilir. Çünkü ben de seyahat öncesi defalarca bu yazıları okuyup kendime liste çıkardım, programımı belirledim.

Fotoğrafını görüp vurulduğum o yer: Holloko

Peki o zaman ben niye bu sayfaları işgal ediyorum? Çünkü amacım size güzeller güzeli Budapeşte’nin çok yakınında yer alan, sanki zamanda durmuş gibi görünen, haydi açıkça söyleyeyim “masal diyarı gibi” bir yeri anlatmak. Hani biraz önce fotoğrafını görüp “vurulduğum” o yer. Budapeşte seyahatinden önce fazladan vaktim olduğunu fark ettim ve yakınlarda gidebileceğim bir yer olup olmadığını araştırmaya başladım. Ve gecenin bir vakti yaptığım aramalar sırasında hedefi tam 12’den vuran bir yerin fotoğrafını gördüm: Holloko!

Fotoğrafta, iki farklı yöne doğru uzanan Arnavut kaldırımlı iki sokak ve tam ortasında da bir kilise vardı. Etrafında da kadraja girebilen evler. Ama öyle görkemli, gösterişli, mimari harikası bir takım yapılar değildi bunlar. Küçük iddiasız bir kilise; etrafında küçücük, balkonları ve bahçeleri rengarenk çiçeklerle dolu evler. Sanki o fotoğraf karesi eski zamanlarda çekilmiş gibiydi.

İşin aslı o fotoğrafın on yıllar öncesine ait olduğunu sandım. Ama değildi! Biraz daha araştırınca gördüm ki Holloko, gerçekten de sanki eski yıllara ait gibi, sanki zaman hiç geçmemiş de donup kalmış gibi bir yerdi. Hemen karar verdim… Budapeşte ile tanıştıktan sonra bu küçük köyü ziyaret etmem gerekiyordu.

Okuduklarıma bakılırsa öyle çok ayaküstü bir yer değildi burası. Her dakika tren yoktu. Otobüs ise günün belirli saatlerinde gidip geliyordu. En iyi yol araba kiralamaktı elbette. Ama 30 yıllık ehliyetini çantasında süs olarak taşıyan benim gibi biri için bu durum imkansızdan öteydi. Sonunda bu ulaşım işine de bir çare buldum, zaten birazdan anlatacağım.

Ama sonda söylemem gerekeni başta söyleyeyim ki eğer günün birinde Budapeşte’ye yolunuz düşerse – vaktiniz de kalırsa demiyorum- kesinlikle bir vakit yaratıp bu küçük, geçmiş zamanda kalmış gibi görünen köyü görün!

Holloko nerede? Holloko’ya nasıl gidilir?

Öncelikle Holloko, Budapeşte yakınlarında Nograd iline bağlı bir köy. Budapeşte’den buraya ulaşmanın en kolay yolu araç kiralamak. Ama benim gibi bunu yapamıyorsanız ülke genelinde seferleri olan Volanbusz şirketine ait otobüslerle Budapeşte’den bir buçuk saatte bu güzel köye ulaşabilirsiniz.

Aslında yolda gördüğüm kadarıyla ara duraklardan da otobüse binebilirsiniz. Ama ben işi garantiye aldım. Stadion Autobusz Palyaudvar’dan yani adını efsane Macar futbolcu Puskas Ferencs’ten alan stadyumun hemen yanındaki ana otobüs terminalinden sabah saat 08:10’da kalkan otobüs için bir bilet aldım.

Bu arada Volanbuzs’ın Budapeşte – Holloko seferi için gidiş biletimi İstanbul’da internet üzerinden almıştım. Fiyatı 1910 Macar Forinti yani yaklaşık 150 TL. Bazı kaynaklarda Holloko’dan Budapeşte’ye çok sayıda dönüş otobüsü olmadığını okumuştum. Dönüş biletini bir türlü önceden alamadığım için orada konaklamayı da göze alarak gittim bu güzel köye. Ama tabii buna gerek kalmadı.

Bizi Holloko’ya götüren oobüsün şoförüyle başka ortak bir dil bulamadığımız için “çizim diliyle anlaşarak” dönüş otoüsünün saat 14:00’te olduğunu öğrendim. Yani 09:30’dan 14.00’e kadar internette fotoğrafını gördüğüm bu köyde doya doya geçirebileceğim saatler vardı.

Neredeyse insan sesi bile yok

Şimdi bu satırları yazarken Budapeşte gezimin ana noktasını oluşturan o küçücük, sevimli, çok iyi korunmuş, modern çağların bozmasına izin verilmeyen köye gittiğim ve orada geçirdiğim her an gözümde yeniden ve yeniden canlanıyor. Otobüsten indikten sonra ilk anda çevremi büyük bir sessizlik sardı. Öyle ki bir an için işitme yetimi kaybettiğimi düşündüm. İnsan sesi bile yoktu. Ama tabii ki olan bambaşkaydı. Yani sağır olmamıştım! Bütün büyük şehirlerden hatta bütün dünyadan uzakta gerçekten de zamanda geri gitmiş hissi yaratan bu köyde nadiren duyulan araba motoru sesinden başka ses neredeyse yoktu. Öyle bir dinginlik!

Köye adım attıktan hemen sonra iki farklı yöne giden yolun tam ortasında cezbedici bir bina karşıladı beni. Bahçesine girdim, çevresini dolaştım. Sonunda ana kapıyı buldum. Burası bir müzeydi: Holloko Köy Müzesi! Gerçekten de o kadar çekiciydi ki hiç düşünmeden ilerledim. Ama o da ne! Karşıma bir görevli çıktı ve çok da güzel bir İngilizceyle müzeye bugün Amerikalı bir turist grubunun geleceğini, özel ziyaret olduğu için saat 14:00’e kadar diğer konuklara kapalı olduğunu söyledi. Amerikalılar “müze kapatmıştı” ama ben müzenin tekrar bizim gibi sıradan insanlara açılacağı saatte otobüse yetişmek zorundaydım. Sadece bahçesinde gezinerek o güzel müzeye veda ettim.

Bu köydeki evlerin kapısında kilit yok!

Kalbim kırılmıştı ama daha birkaç adım atmadan kırık kalbimi iyileştirecek bir şey fark ettim. Bu köydeki evlerin kapısında kilit yoktu! Yani çoğunun içine girebilirdim! Bir başka deyişle köydeki 67 tane evin yarısından çoğu zaten bir müzeydi. Yerel Macar kostümleri giyen bebeklerin sergilendiği bir müze, köy yaşamını yansıtan birçok ayrıntının yer aldığı bir dolu başka müze.

Açıkçası bütün kapıları çala çala köyün sokaklarında ilerledim. Bu arada Holloko halkından bazı yaşlı hanımlarla karşılaştım. Küçük, tatlı, sanki masallardan fırlamış gibi görünen evlerinin bahçe kapıları önüne tezgah kurmuşlar. Kendi ördükleri el işlerini ya da elleriyle dizdikleri boncuklardan kolyeleri, bileklikleri satıyorlardı. O el işlerinde yerel motiflerin yer aldığını da hemen belirteyim.

Bir yandan dantelini ören bir yandan da bana poz veren bir yaşlı hanımla o Macarca ben Türkçe konuşarak sohbet ettik. Bana da inanılmaz geldi ama gerçekten birbirimizi anladık sanki. Yaşlı hanımefendinin yüzündeki nazik ve candan gülümseme ve bunun bendeki yansıması bunun bir kanıtı. Aynı şekilde evinin önünde el işlerini satan başka bir yaşlı hanımefendiyle de ayaküstü kendi dillerimizde söyleşip birbirimize gülüştük. Nasıl olduysa nereden geldiğimi sorduğunu anladım, İstanbul deyince hanımefendiden “bir Ooo!” nidası yükseldi:

Yolculuğun kıvılcımını yakan o kilise

Köyün sokaklarında yürümeyi sürdürerek sonunda beni cezbeden o iki ayrı yöne giden Arnavut kaldırımlı iki sokağın tam ortasındaki küçücük köy kilisesiyle karşılaştım. Tabii ki hayalim buydu ve hemen önünde bir fotoğraf çektirdim!

Aslında meraklısı okur ama ben yine de anlatayım. Holloko, Macarların bir kolu olan Paloc adlı etnik halkın yaşadığı bir köy. Sadece bana değil dünyanın dört yanından birçok kişiye bu kadar çekici gelmesinin nedeni ise yüzlerce yıl önceki görünümünü koruyor olması. Küçücük, eski ama bakımlı, balkonları ve bahçeleri çiçeklerle, bazılarının duvarları işlelemerle süslü evler bu tarz yerlere meraklı olanların aklını başından almaya yetiyor bile. Doğası hiç bozulmamış. Evler zaten kocaman bahçeler içinde. Köyün kalesine uzanan yol ve çevresi de yemyeşil. Elbette köyde yaşayanların otomobilleri var. Ama belli ki çok az kullanıyorlar. Çünkü motor gürütüsü yok.

Köy okulunun balkonunun altında istiflenen odunlar ise nasıl ısındıklarının bir göstergesi… Ben gittiğimde köyde öyle büyük bir turist akını yoktu. (Müze kapatan Amerikalılar dışında!) Genellikle kendi ülkelerinin güzelliklerini görmeye gelen ve aralarında fısıltıyla konuşan Macarlar vardı. Bazılarının yanlarında da hiç gürültü etmeyen çocukları. Ama söylenenlere göre Holloko daha çok Paskalya zamanı şenleniyor. Daha kalabalık bir turistik cazibe merkezine dönüşen köyde yöresel kıyafetlerle dans gösterileri düzenleniyor. Not ettim, bir dahaki sefere Paskalya zamanı gideceğim.

Holloko 1987’den beri UNESCO Dünya Mirası Listesinde

Bu kadar vurguladım… Bozulmamış, geçmiş zamanda donup kalmış diye. Tabii ki bunun da bir karşılığı olacak ki Holloko bunu çoktan almış bile! Bu sevimli köy, 1987 yılından bu yana UNESCO’nun Dünya Mirası listesinde yer alıyor.

Belli ki bu özelliğini korumaya da kararlı köy halkı. Her ne kadar turist çeken bir yer olsa da halk yine eskisi gibi yaşıyor. Köyleri bozulmasın diye ellerinden geleni yapıyor. El işleri yapan hanımefendiler bir yana dokumacılık, çömlekçilik, deri işleri tıpkı eskisi gibi yapılmaya devam ediyor.

Holloko’da yaşayanlar tabii ki var. Ama bazıları da o güzelim evlerde yaşamayı sürdürmeseler bile yine de orayla bağlarını koparmamışlar. Çünkü kapıları kilitsiz o evlerin çoğu biraz önce söylediğim gibi birer müzeye dönüştürülmüş. O kapılardan içeriye girdiğinizde eski köy hayatıyla ilgili ne ararsanız bulabiliyorsunuz.

Köyde gezerken tanıştığım bir çift de Holloko’daki evlerini bir tür çocuk oyun alanına çevirmişler. Orası dört çocuklu ailelelerine küçük geldiği için söz konusu evde yaşamıyorlar. Ama duvarlarındaki yerel işlemeleriyle dikkat çeken bu evin bahçesinde, geçmiş yüzyıllara ait çocuk oyun alanları var. El yapımı sepetlerle hazırlanan bir dönme dolap ya da hepsi ahşaptan yapılma çeşit çeşit oyuncaklar gibi.

Evin hanımı müze evinin içerisini gezdirirken çocuklar için hazırlanan mutfak alanının özellikle altını çizdi. Ki burası gerçekten ilginçti. Çalışır durumda minyatür bir köy mutfağında çocuklar ocağı odunla yakarak yemek bile pişirebiliyorlar.

Holloka da ne yenir?

Kendi ülkemin ilk kez gittiğim şehirlerinde bile her şeyi yemeyen biri olarak bu konuda ahkam kesecek halim yok. Yani yerel lezzetler deneme konusunda algım kapalı.Ama Holloko’da en azından göz zevkimi okşayan hatta açlıktan dermanım kalmadığı için girip bir şeyler yediğim yerler de olmadı değil.
ilk kez geliyorsanız köyün girişinde, Holloko’dan ayrılıyorsanız çıkışında Fener Fallo adında filmlerden fırlamış gibi görünen bir mekan var. Orayı deneyebilirsiniz… Neden bilmem burası bana Amerikan filmlerindeki yol üstü bistrolarını hatırlattı. Belki motoruyla gelen yaşlı hanımefendi yüzünden belki de uzun saçlarını arkada toplamış, yürürken sanki iki yanındaki silahlarını çekecekmiş gibi görünen beyefendi yüzünden.

Nefis bir evin içinde hizmet veren Muskatli Vendeglo da Holloko gezinizi lezzetlendirecek bir seçenek. Yabancı yerlerde fazla yemiyor olabilirim ama bu aç gezdiğim anlamına da gelmesin. Köyün Arnavut kaldırımı sokaklarında gezerken uğradığım Franka’nın ilgimi çeken yanı ise bahçesindeki eski bir fırındı. Fırın kullanılmıyordu ama dekoratif unsur olarak göz alıyordu. Haydi saklamayayım pilav ve haşlanmış patates eşliğinde servis edilen şnitzel de gayet lezzetliydi. Evet… Macaristan’da Avusturya işi şnitzel yedim! Çünkü yabancı ülkelerde problemli midemin sorun çıkarmasını istemem ve bu yüzden de bildiğim lezzetlere yönelirim!

Köydeki Osmanlı izleri…

Bu arada Holloko’nun kalesine de değinelim biraz. Köyün dışında, bu sevimli evlere tepeden bakan kalenin Osmanlılarla da ilgisi var çünkü. Bu kalenin 13’üncü yüzyıla uzanan bir geçmişi var. Avrupa’yı Moğol saldırılarından korumak amacıyla yapılmış bu kale. O zamanlarda da Castra Hollokew olarak söz ediliyormuş.

Nograd kalesi Osmanlı egemenliğine geçtikten sonra da o sırada bölgede hüküm süren Habsburg’lar için en önemli savunma noktası haline gelmiş. 1500’lü yılların ortalarında Budin Beylerbeyi Hadım Ali Paşa’nın komuta ettiği Osmanlı birlikleri burayı fethetmiş. Ama 1500’lerin sonunda tekrar Habsburglar tarafından ele geçirilmiş. 1663 te bir kez daha Osmanlı himayesine giren kale sonunda 1683’te bir kez daha Habsburglar tarafından ele geçirilmiş.

Holloko ne demek?

Birkaç not daha ekleyelim: Köyün girişinde bir anda karşınıza kocaman kapkara bir kuzgun heykeli karşılıyor. Bu neden biliyor musunuz? Çünkü köyün adı Macarca’da “kuzgun taşı” anlamına geliyor.

Bu arada köyde otomobil sesinin neredeyse hiç duyulmamasının nedenine de bakalım. Gördüğüm kadarıyla birkaç köy sakini dışında kimse köyün Arnavut kaldırımlı sokaklarına aracıyla girmiyor çünkü. Hemen girişteki bir otoparka aracını park ediyor herkes. Sonra da bu güzelim köyü yürüyerek geziyor. İşte otobüsten iner inmez sanki işitme yetimi yitirmiş gibi bir hisse kapılmamın nedeni de bu!

İşte böyle… Budapeşte seyahatimin “hayaller alemi” Holloko köyünde, zamanda geçmişe doğru yürüyerek asla unutamayacağım birkaç saat geçirdim. Bu köyden aklımda ne kaldığına gelirsem… Tabii ki haftalarca gözlerimi her kapatışımda yeniden canlanan o güzel evler… Bir de sessizliğin içinde çalışah çim biçme motorunun sesi ve biçilmiş çim kokusu.

Yolunuz Budapeşte’ye düşerse bu köyü görmeyi, halkıyla kendi dillerinizde bile olsa sohbet etmeyi bir düşünün! Kendi adıma birkaç Macarca kelime öğrenmeyi planlıyorum. Çünkü içimden bir ses bana bu köye bir daha gideceğimi söylüyor!

Budapeşte’den Szentendre’ye Tatlı Bir Gezi

Bu arada… Madem Budapeşte’nin dışına açıldık birkaç not daha paylaşmak isterim. Bu destinasyonların her ikisi de aslında Türklerin çok iyi bildiği yerler. Biri Budapeşte’den Batthyány tér tren istasyonundan sadece 40 dakikada trenle gidilen Szentendre…. Ufak tefek kasabaları seviyorsanız burası tam size göre. Üzeri rengarenk şemsiye ya da fenerlerle süslü sokak akımının etkisi altında kalmış bölgeler benim biraz sinirimi bozsa da burası da gördüğünüze pişman olmayacağınız yerlerden biri. Yine rengarenk küçücük evleri, nehir kenarındaki kafeleriyle bir gününüzü Szentendre’de geçirebilirsiniz.

Bu arada… Buraya Türk turistlerin çok gittiğini nereden mi anladım? Bana nereli olduğumu soran bir esnaf hanıma “Türkiye” dededim. O da bana dakikalardır baktığım yerel motiflerle süslü gömleğin etiketini göstererek Türkçe “indirim” dedi. Herkes bu küçük, tatlı kasabada kendine göre bir şey bulur. Ama ben en çok Badem Müzesi’nden etkilendim! (Yabancı memlekette yemek yeme sınırlamama tatlılar dahil değil!)

Ey Estergon Kalesi! Estergon’a Nasıl Gidilir?

Budapeşte’den günübirlik bir gezi de tabii ki Estergon’a yapılır. Ne de olsa orada da Osmanlı izleri var. Benim Estergon gezim kısa sürdü. Macarca bilmediğim için bir otobüs şoförü tarafından azarlandığım için de bu bölümü kısa kesmek istiyorum. Tren istasyonundan kent merkezine giderken bindiğim otobüsün şoförü ne kadar tatlı ve babacansa dönüşte bindiğim otobüsün şoförü de o kadar sinir küpüydü. Bu arada Estergon’a gitmek için Nyugati Tren İstasyonu’ndan sık sık tren kalktığını hatırlatayım. Dönüşte şoförden azar yemiş olsam da şehir meydanındaki pastanede yediğim bademli pastanın tadını da hiç unutmayacağım!

Estergon denilince aklımıza hemen türkülere de konu olan Estergon Kalesi geliyor… Yani Osmanlı’nın “oralara kadar” gittiği dönemler.
Ama hemen büyük hayallere kapılmayın. O kaleden geriye kalan fazla bir şey yok ne yazık ki! Bu kente damgasını vuran yapı Aziz Istvan Katedrali.

Bu arada vizesiz, pasaportsuz, sınır kontrolü olmadan ülkeden ülkeye geçmenin “tadına bakmak” ister misiniz? O zaman Marie Valerie Köprüsü’nü yürüyerek ya da otomobille geçebilirsiniz. Çünkü karşısı Slovakya! Böylece hem birkaç dakikada ülke değiştirmiş olursunuz. Hem de Aziz Istvan Katedrali’nin görkemine daha iyi tanıklık etmiş olursunuz.

Yazar Hakkında: Nazan Mengü (mengunaz@yahoo.com.tr)

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. Dört yıllık okulunu altı yılda tamamlayıp yazılı basında çalışmaya başladı. Yıllarca kültür sanat muhabirliği yaptı. O dönemde arkeolojik kazı bölgelerine düzenlenen iş gezilerini hiç kaçırmazdı. Sonra birden kendini internet medyasında magazin editörü olarak buldu. Hollywood ünlülerinin nereye gittiği kiminle gezip dolaştığı “mesleki ilgi alanına” giriyor. İkinci Yeni şairlerinin hayranı. Uçak korkusuna yenilmediği zamanlarda gezmeyi seviyor. Aslında en büyük hayali “gezip gezip yazmak”, yani seyahat yazarı olmak. Turistik kataloglara mesafeli yaklaşır, gezmeden önce “dersine çalışır”. Eski Doğu bloku ülkeleri özel ilgi alanına girer.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz